13 Eylül 2011 Salı

Kısa kısa hafta sonu notları



Gözüme daha önce hiç bu kadar sevimsiz gelmemişti Spor Toto Süper Lig. Son birkaç sezondur kendisine karşı bir heyecan kaybı yaşasam da en kötü ilk Galatasaray maçıyla normale dönerdi hislerim. Sonuçta en eski aşkım(ız) Galatasaray.

Profesyonel zorunluluklardan beş şampiyon takımın da maçlarını izledim. Geriye zaten dört maç kalıyor onların da özetlerini gollerine bakmadan geçemedim.

Olaylar olaylar
-Samsunspor’un golcüsü Bance’ye dikkat.
-2011 yılında Bünyamin Gezer'in maç yönetmesi üzücü.
-Şimdi koşarak decoder almaya gidiyorum sizi de beklerim.
-Lig TV tweet okusun diye iki kişiyi işe almış.
-Çağlar maç başı parasının yarısını Eboue'ye versin.
-Arda Turan keşke Valencia'ya gitseydi. Atletico Madrid dağınık takım. Ha kocakafa oradan hemen sivrilir orası ayrı.
-Tantuni Nobre’ye yaramış. Beşiktaş’ta topa vurmayı unutan Nobre, Mersin İdman Yurdu’nda kendini bulmuş gibi. 
- Bu hafta hiç Premier Lig maçı izleyemedim yastayım.
-Fatih Terim'in bu yerli savunma oyuncularına bu kadar güvenmesinin bedelini her maç ödesin istiyorum. Servet'in yediği her çalım mutlu ediyor.
- Fink ve Culio: Beşiktaş ve Galatasaray sezona sadece skor tabelasında değil, saha içinde de kötü başladı. Terim’in ilk 20 dakikasını atarsak 70 dakika organize olamayan bir Galatasaray ve 90 dakika ne yaptığını anlayamadığım bir Beşiktaş izledim. Orta sahalar dökülürken Fink yeni takımında asistler yapıyor, Culio Ordu ataklarını şekillendiriyordu. 
-Bursa enteresan bir dönüşüm içinde. Ertuğrul Sağlam transferi bu sefer başarmış gibi. Konuşmak için çok erken ama şampiyon olduğu seneden daha pozitif futbol oynayan bir Bursa bizi bekliyor gibi. Burada Ertuğrul Sağlam’a düşen iş büyük. Kendisinin oyunun sıkıştığı anlarda forvete stoper göndermekten ne zaman vazgeçeceği merak ediliyor.
-İstanbul BB’nin istikrar abidesi(!) hocası Abdullah Avcı ve öğrencileri sezonu Galatasaray galibiyeti ile açtı. Kendileri zaten İstanbul’un büyüklerini yenmeye alışmış bir takım. Abdullah Avcı bu sene de Avrupa bileti alamazsa bir zahmet hocalığı bıraksın çünkü artık her büyük(!) maçtan sonra yaptığı “Biz burada istikrarla önemli bir iş yapıyoruz” açıklaması kabak tadının alasını veriyor.
-Cangele sakatlandı, yazık ki ne yazık. Kayseri’nin sakatlık şansızlığı artık düşündürücü oldu. Sağlık ekibi Galatasaray’ın eski sağlık ekibi ile kapışır hale gelmiş olabilir.
- Trabzonspor’da ciddi sıkıntı var. İlk 11’inde bu kadar yeni oyuncu olan takımın ritme girmesi zaman alır tıpkı Galatasaray gibi.
-Colman’ın yakın mesafeden Cüneyt Çakır’ı vurması aklıma bir lise anımı getirdi. Aynısını zamanında bahçede gezinen Alman nöbetçi öğretmene yapmıştım.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

İspanya El Kaide eşbaşkanı ile tanışmam



Dün gece izlediğim bir programda "Eurohelal Marketler Fuarı" diye bir şey gördüm. Anladığım, Avrupa'da helal mal satan, yetimin fakirin hakkını koruyan kollayan firmalar fuar yapıyor. Oradan geldi bu olay aklıma.

Bundan 3 sene önce idi sanırım. Arkadaşlarla interrail denilen maceraya yelken açtım. Hikayemizin geçtiği yer ise İspanya'da bir Carrefour. Şimdi demeyin oralara kadar gittin markette ne işin var abi. Cepte para kalmadı hemen burada aslında başka bir hikayeye gireyim ya da durun girmeyeyim çok utandım yaptığım salaklıktan ama Avrupa Birliği bir ülkede kumarbazlar tarafından dolandırıldım. Hayır pişman değilim kumarda kaybetmek adama çok şey öğretiyor. (Kaybettiğim para 20 avroydu amma abarttım)

Neyse dört erkek mikrodalga fırında şey etmek üzere yemek için bir şeyler arıyoruz. Ben domuz dahil her şeyi yemeye hazır bir insanım. Sonuçta gavur ellere gelmişiz günahın her türlüsüne girmek lazım. Benim 3 keko ise aman abiler domuz yemeyelim kafasında. Günah diye domuz yemeyen adamlar kişi başı günde bir litre alkol tüketiyor onu geçtim bir tanesi ilk gördüğü kızla sevgilisini aldatıyor. Hele bir tanesi var ki kaşlarının ortasını almayarak her sabah midemi bulandırdığından günahların en büyüğünü işliyor bence.

Neyse market görevlilerinden İngilizce bilen olmadığından mal mal donmuş gıdalara bakıyor bizim tayfa. Kendilerine gökten domuzun İspanyolca'sının ne olduğunun bildirilmesini bekliyorlar. O sırada karşıdan haşemalı ve sakallı bir dayı geliyor. Diyorum gidin sorun adam. Çekingen salaklar olduklarından sorma işi de bana kalıyor.

Ben: Hello
Dayı: (Mal mal suratıma bakıyor)
B: Are you Muslim?
D: Yes
B: Selamun Aleyküm Brother

Dayı o dakika bana öyle bir sarıldı ki babam geride kalan 27 senede sanırım öyle sarılmadı bana. İşte ayak üzeri Türkiye'den geldiğimizi falan konuştuk ettik. Hatta gereksiz bir yere beni arkadaşı ile tanıştırdı falan. Ben diyorum kendi kendime "Beş dakikaya İspanya polisi dükkanın etrafını saracak ve götümü kesecek". Çünkü adamın öyle bir tipi var ki 1 milyar dünya insanın arasına koy ve bir yarışmacıya "Bunlardan hangisinin canlı bomba olma ihtimali var" diye sor, adam gerizekalı değilse benim dayıyı söyler.

Neyse dayı geldi bize içinde domuz yağı ve domuz ürünü olmayan malları gösterdi falan. Sonra dedi ki "Tavuk bile yememek lazım aslında, kulağına kuran okunmuyor". Ben olayı geçiştirdim, helalleştik yolları ayırdık markette. Ben sonra hızlı hızlı alkol bölümüne gittim. Akşam için nevaleyi aldık kasalara yöneldik.

Tam o sırada dayı da yan tarafa geldi. Ben durumu fark edip alkol şişesini saklayana kadar adam yanımızda bitti. Dinlemeye üşendiğim onlarca cümle kurdu. Ben dayıya baktım ve "Biz müslümanız da o kadar değil be hacı" dedim. Adam çok bozuldu. O günden sonra Barcelona'da üç günümüz daha vardı. Sürekli arkamıza bakarak yürüdük İspanya'nın El Kaide kolu gelip götümüzü kesmesin diye. (Yalana gel, saat 12.00 olmadan sarhoş oluyorduk ne güzel zamanlarmış)

21 Ağustos 2011 Pazar

Uzay eriği tadında lig


Bir gecede gündemimize aniden yeni bir lig statüsü girdi. Futbolda şike soruşturmasının gündemi yoğun bir şekilde işgal ettiği günlerde kafalarını devekuşu gibi kuma gömen futbolun akil(!) adamları bir anda yeniden seslerini çıkarmaya başladılar. Ligin ilk dört sırasındaki takımlar şampiyonluk için play-off son dört sıradakiler ise düşmemek için play-out oynayacaklar. Ve hatta bu sekiz takım fazladan maç yaptıkları için fazladan para alacaklar yayıncı kuruluştan. Herkesin malumu futbola bilmem kaç milyon dolar yatıran ağabeylerin derdi fazla maç izletip kendilerince malı daha iyi ve daha çok pazarlatmak yani marka değerini yükseltmek ama maalesef ortada ne marka ne değer.

Yayıncı kuruluş 300 milyon dolara ihaleyi aldığı günden beri “marka değeri” zırvasıyla bir şeyler yapıyor. Ama yaptığı şey Cem Yılmaz’ın “uzay eriği” muhabbeti gibi. Mal aynı mal ama inatla üzerini janjanlı kağıt ile kaplıyorlar. Erman Toroğlu futbola zarar veriyor diye kanaldan kovulurken, hafta içi ekranında iki üç gün şikede bilir kişi Sinan Engin yorum yapıyor. Ne kadar teknik direktörlükte başarıyı sağlayamamış futbolcu eskisi varsa, ki onların hepsi hala futbolcu olarak çok değerlidir ama yorumculukları beş para etmez, maç öncesi ve maç sonrası çene çalıyor. Muhabirler (Loran Vayloyan hariç) bu seneye kadar ne kadar zeka pırıltısından uzak sorular soruyorsa yine aynı çizgide şuursuz maç öncesi ve sonrası röportajlar devam ediyor. Yazın yine futbolcuların tatile gittiği yerlerden garip görüntüler çekiliyor. Yine Melihler ile maçlar birer eziyete dönüştürülüyor ki eskiden en azından bir Melih vardı şimdi bazı maçlarda aynı anda iki Melih oluyor. Yani futbolun ambalajı değişiyor ama paketin içinden çıkan mal aynı yavanlıkta.

Şimdi gelelim şu şampiyonluk play-off’u denilen zeka pırıltılı çılgın projeye. Birileri aylardır saklandığı yerden çıkıp “Şampiyonluk yarışında daha az şike olacak” gibi süper bir tezi de ortaya atmaktan çekinmiyor. Eğer yayıncı kuruluşun istediği daha temiz bir lig ise, böyle çılgınlıklara gerek yok sadece haberleri görmezden gelmesin yahut tatil köylerine iki muhabir yollarken bir tane muhabir de kendi binalarına yarım saat uzaklıktaki şike konferansına yollasınlar falan filan.

Olayın bir de matematiksel adaletsizlik ve normal ligin son haftalarında yaşanabilecek yasal usulsüzlükler boyutu var. Süper Lig’de son on seneye şöyle bir baktığımızda genelde birinci ile dördüncü arasındaki puan farkı 10 ki bunun 15 ve üzerine çıktığı sezonlarda azımsanmayacak kadar var. Hal böyle olunca sezonda daha fazla maç kazanmış bir takımın şampiyonluğu kaybetme ihtimalinin olması ne kadar adil. Olayın bir de şöyle bir boyutu olabilir. Play-off’a kalmayı normal sezon bitmeden garantileyen takım geride kalan haftalarda maçlara amaçsız çıkacak. Yıldızlarını dinlendirecek, kartlarını temizleyecek falan filan. Yani zaten kestirme yolları kullanmaya meraklı olan zihniyetler olayın defalarca suyunu çıkaracak.

Çok sevgili yayıncı kuruluş futbolun marka değerini(!) arttırmak için Amerika’ya yeniden keşfetmene gerek yok bence. Futbolun yeteri kadar içine edildiği şu günlerde sen de "Çorbada benimde tuzum olsun" diyerek girişiyorsun işe ama gerek yok. Maçları dinlenebilir spikerlerle sun bize, deli danalar gibi sürekli eski golleri, maçları gösterme, birazcık değişik şeylere yönel, futbolu yorumlattığın adamların ortalama bilgisi mümkün ise Güvenç Kurtar’dan ve Sinan Engin’den fazla olsun. Sen bunlara yor kafanı gündemi değiştireceğim diye başbakan gibi çılgın projeler yapma ne olur.

19 Ağustos 2011 Cuma

Evladım ne o saçın hali?


Her lisenin vazgeçilmez unsurudur öğrencilerin saçlarına kafayı takan (genellikle kel olan) müdür muavinleri. Sabahları kapıda durup saçları sakalları uzun olan öğrencilere hayatı zindan etmektir en keyif aldıkları şey. Herhalde bu tipleri görseler oldukları yerde yığılıp kalırlar. Süper Kupa'nın ilk maçında oyuna giren Real Madrid oyuncusunu gördüğümden beri koymak istiyorum fotoğrafları bloga ama kişisel yoğunluktan ancak fırsat buldum. Enteresan saçlar söz konusu olunca onları unutmak mümkün değil.


Geçen sezona bıyıklarla başlayan Barton bu sezona ise Inglourious Basterds özentisi saçlarıyla girdi. 


Real Madrid Neymar'ı transfer edemeyince yeni transferi Callejon'u Brezilyalı'nın berberine yollamış.

"SAÇ BİZİM İŞİMİZ"


Bir yerde söz konusu çirkin saç ise onu unutmak olmaz.












5 Ağustos 2011 Cuma

"Dipteyim sondayım depresyondayım"


Kendileriyle 2001 yılında çıkardığı albümle tanıştım. Lise ikiye gidiyordum, iğrenç bir müzik zevkim vardı. Daha da kötüsü kocaman bir diskman’im vardı. Cağaloğlu’nda bulunan liseye evden metro ve tramvay ikilisini kullanarak uzanıyordum. Metronun canıma kafayı yaslayıp hüzünlü hüzünlü dinliyordum şarkıları. Tramvayda bunu yapmak ise pek mümkün olmuyordu çünkü metrekareye düşen insan sayısı boş sabahlarda altı falandı. O zamandan beri ne zaman hafif yollu bir depresyona gark olma ihtiyacım olsa, açıyorum dinliyorum ne de olsa fizy bedava.

İlk göz ağrım “İçimden şehirler geçiyor” oldu. Bunda metroda olmamın da payı vardı sanırım. “Her durakta duruyor inmiyorsun”, derken Feridun Düzağaç efkarım artıyordu. Halbuki 17 yaşında bir adamın ne efkarı olacak ayrıca geçtiğim duraklar, Terazidere, Sağmalcılar gibi yerler. Hangi efkar iner o duraklarda?

Neyse daha sonra kendisinin geçmiş albümlerine yönelip “Lavinya” ile tanıştım sonrasında da Özdemir Asaf ile. Ve pek tabii söz konusu Feridun Düzağaç ise “Buralardan gitme” ile “Cumartesi”yi anmamak olmaz. Uzun süre düşündükten sonra hiçbir tanışıklığımız olmasa da kendisini beni en iyi anlayan adam ilan ettim. 

Yazdıkları, söyledikleri ve Beşiktaşlı oluşu ile başımın tacı, gözümün bebeğidir.


2 Ağustos 2011 Salı

Futbolumuz temizleniyor mu?


Futbolda şike soruşturması ile ilgili bir şeyler yazıp yazmama konusunda uzunca bir kararsızlık yaşadım. Önce twitter’ın verdiği tembellik sonra başka işler derken olayın üzerinden neredeyse bir ay geçti. Bilenler bilir ama yine de belirtmekte fayda görüyorum (çünkü bazı insanlar söz konusu futbol olunca mantıklı düşünemiyor) ben bir Galatasaray taraftarıyım.

Bütün süreç tam bir kabus. Hele ki yaşadığımız ülkenin yargı sistemini düşündükçe kabusun daha da büyük olacağını öngörmemek imkansız. İkinci dalgaya kadar açık konuşmak gerekirse benim de aklımda şu vardı: Fenerbahçe şike yapmış olabilir. Ama bu ülkede bu ilk şike değil. Zamanında Trabzonspor, Türkiye Futbol Federasyonu ve bazı Anadolu Kulüpleri üzerinden futbolda etkin olmaya çalışan AKP, bu sefer hedef büyütüyor ve Fenerbahçe içinde etkin olmaya çalışıyor.

Şunu hemen belirteyim ben iktidarın Fenerbahçe’yi bitirmeye çalıştığını değil, Fenerbahçe’yi ele geçirmeye çalıştığını düşündüm. Yani hemen burada “Herkes bize karşı, 17’ye birci”lerle ayrılıyorum. (Ki o zihniyetle tek ayrıldığım yer bu değil) Daha sonra ikinci dalga başladı. Beşiktaş, İbrahim Akın derken olayın şekli biraz daha değişti. Ama hala amacın bataklığı kurutmak mı yoksa bataklığa sahip olmak mı olduğunu çözemedim.

Konu futbol olduğu için fazla sağa sola girmek istemiyorum. Ama büyük bir demokrasi şölenine dönüştürüldükten sonra “cadı avına” evrilen davalar ortada. Şimdi düşünüyorum belki adı geçen takımlar şikeye bulaşmıştır. Hatta adı geçmeyen takımların da geçmişlerinde şike vardır. Ben tuttuğum takım dahil bu ligde mücadele eden ve etmiş olan takımların hiçbirine kefil olmam. Ama, mevcut iktidarın ve onun uşağı olmuş yargı sisteminin amacının memleket futbolunu yüceltmek olduğunu da düşünmüyorum.

Kendilerinin milyar dolarlık futbol ekonomisini ele geçirmek gibi bir arzusu olduğunu düşünüyorum. Yani tekil olarak Fenerbahçe ya da Beşiktaş ile değil de total olarak bizim futbolumuza salça olma durumları var. Hatta bir dönem bunu Federasyon Başkanı aracılığı ile yapmaya çalıştılar ama sonra kör öldü badem gözlü oldu.

Bu kadar çok ihlalin ve yamuk uygulamanın olduğu bir davaya güvenmek çok zor. Hatırlarsanız bu hükümet “Yetmez ama evet” sürecinde de medyadaki gücünü kullanarak pembe tablolar çizmişti. Şimdi “Yaşasın futbol temizleniyor” çığlıkları atanların da bir süre sonra başlarını taşlara vurması bence çok olası. Evet bir şekilde futbol temizlenmeli, tıpkı ülkenin demokratikleştirilmesi gibi. Ama kimse kusura bakmasın, Fetullah Gülen'i eleştiren kitap yazanların, aylardır tutuklu olduğu bir ülkede şimdilik kimse beni amacın futbolu temizlemek olduğuna inandıramaz.

Türk'ün asansör ile sınavı



Twitter'dan takip edenler durumu biraz biliyor. Babamın rahatsızlığı nedeniyle son 15 gündür hastanelerde fazla vakit geçirmeye başladım. Durumun vahameti hakkında yazılacak çok şey var ama sabah sabah gerek yok. Ulaşım ve iletişim özürlü bir toplum olduğumuzu başka başka yerlerde sıklıkla dile getirmiş birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki toplumu en zorlayan ulaşım aracı asansör.

Bir kere kimse gideceği yönün tuşuna basmıyor. Herkes iki tuşa birden basıyor ve gelen asansörün gittiği yönü umursamadan biniyor. Sonrasında söyleniyor bir de "Ben aşağıya gidecektim" diye. Eh o zaman bir zaten iki beyin hücreni kullanacaksın arkadaşım.

Sonra herkes çok dağınık duruyor ve her ulaşım aracında olduğu gibi inene yol verme konusunda ciddi sıkıntılarımız var. Bununla da kalmıyor 11 kişilik asansöre 15 kişi biniyor sonra da uyarı ışığı yanınca panik oluyoruz.

Ve yine yeni yeniden hijyen sorunsalı. Ben en kötü kokan yerlerin, en nefes alınmaz ortamların metrobüsler olduğunu sanıyordum ama asansörler beni bu yanılgıdan döndürdü. Takriben 5 6 metrekarelik bir alanda 12 13 hijyenterk insanla yolculuk etmek paha biçilemez.

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Yeni model Newcastle United


2010-2011 sezonunu Newcastle için Andy Carroll öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmak mümkün. Hem dokuz numaranın gidişi hem de Alen Pardew- Chris Hughton değişikliği, siyah-beyazlıların bir sezonda gereğinden fazla değişiklik yaşamasına neden oldu.

Hughton zamanında Carroll dışında bir hücum planı olmayışı ve savunmanın aşırı dağınık görüntüsü takımın başlıca sıkıntısıydı. Pardew önce takım savunmasını toparlar gibi oldu. Toparlar gibi oldu diyorum çünkü eldeki oyuncularla daha iyi savunma yapmak pek mümkün değil. Sonra da önce Carroll’ın sakatlanması ardından da Liverpool’a transferi tecrübeli teknik adamı hücumda farklı arayışlara itti. Sezonun ilk kısmında uzun toplar ve kanat ortaları ile etkili olan, Barton ve Nolan’dan birisinin kullandığı duran toplarla gol kovalayan bir Newcastle izledik. Pardew’in takımı ise topu daha fazla yerden oynamaya çalışan, savunmada daha az hata yapan ve en önemlisi gol yedikten sonra dağılmayan bir görüntü sergiledi.

Ara transfer döneminde Carroll’dan gelen paranın ise harcanmaması ve Mike Ashley’nin yeni sezon öncesi sağlam bir transfer bütçesi sözü vermesi 2011-2012 sezonu ile ilgili umutlarımı arttırıyordu. En azından bir UEFA bileti alırız diyordum kendi kendime.Ligin ilk maçına 12 gün kala ise durum pek umut verici değil.

Gelenler-gidenler
Geçen sezon başında transfer edilen Sol Campbell  ve ara transferde gol yollarına alternatif olsun diye getirilen Shefki Kuqi ile yolların ayrılması normal olanıydı. Anormal olan ise geçen sezon hem oynadıkları oyun ile hem de hırsları ile saha içindeki yükü sırtlayan Nolan ve Barton ile yolların ayrılması. İkisi bu takımda en çok sevdiğim oyunculardı. Geçen sezon başında güzel işler yapan Nolan, Barton ve Carroll üçlüsünden kimse kalmadı takımda.

Gelen isimler ise aslında hiç fena değil. Marveaux-lous Sylvain ve Yohan Cabaye kuşkusuz takımın oyun zekasının önemli bir kısmını oluşturacak. Demba Ba ise güçlü fiziği ile gol yollarında kuşkusuz etkili olacaktır. Ama yeter mi?

Alen Pardew transfer sezonu bitmeden bir oyuncuyu daha kadrolarına katacaklarını söyledi. Haberlere göre bu ismin bir sağ açık oyuncusu olması ihtimal dahilinde. Geçen sene bu mevkideki sıkıntı düşünülünce bu hamle de mantıklı gözüküyor. Fakat asıl sıkıntı olan, defans oyuncularının bireysel yetersizliği konusunda en ufak bir girişimin bile olmayışı en can sıkıcı nokta. Pardew’in geçen sene izlettiği takımın aşığında 4-1-4-1 ile sahaya dizilen bir takım izleyeceğiz sanırım.

Durum böyleyken benim sezon öncesi pek keyfim yok. Yine iç saha maçlarında kendimizce güzel skorlar alır hatta günümüzde olduğumuz zaman yine farklı galibiyetlere imza atarız ama bu takımın deplasman maçlarından ne yapacağını kestirmek güç. Dörtlü savunmanın önündeki çapa rolünü oynaması kuvvetle muhtemel olan Tiote’nin sezon içindeki sürekliliği ve performansı belirleyici unsurlardan olacak. Çok karamsar olmak istemesem de takımın puan durumunda ilk onun dışında kalacağını düşünüyorum. Umarım yanılan ben olurum ve Pardew bu oyunculardan maksimumlarını almayı başararak Avrupa biletini yakalamayı başarır.

24 Temmuz 2011 Pazar

hastane günlüğü


sabah uyanıyorum. ayaklarım buz gibi. ne zaman stresli olsam üşürler zaten. kalkıyorum hemen giyiniyorum. iki saat bilemedin üç saat sonra eve döneceğimi düşündüğüm için kahvaltı bile etmiyorum. hastaneye giderken aklımda sorular var. en kötüsünü düşünüyorum ya da düşündüğümün en kötüsü olduğunu sanıyorum.
sonra o garip şeyi gösteriyorlar. ardından bir ton test. anlamıyorsun. doktor sakin olalım bir ameliyat ile çözebiliriz diyor.bu arada sen biliyorsun kitlenin kanserli olduğunu. baban bilmiyor. iki gün sonra görüşmek üzere eve geliyorsun. annen panik, baban da panik aslında ama çaktırmıyor. kendi kendine kaldığın vakitlerde google’a bir ton şey yazıyorsun. okuyorsun, bazen okurken bir satır aşağısını okumak istemiyorsun, korkuyorsun çünkü.
iki gün sonra oluyor. bu sefer akıllanmışsın kahvaltı ediyorsun. çünkü bir önceki hastane seferinde saat 16.00’ya kadar aç kalıyorsun ki kendisi dertlerinin en küçüğü. odasına giriyorsun doktorun, o gördüğün kitleyi bu sefer babana gösteriyor.sen kitleye değil babana bakıyorsun. hayatında belki de uzak durduğun o adamı, öyle güçsüz görmek aptal ediyor seni. çünkü belki o sana “güçsüzsün” diye kızmış zamanında. odada ölüm sessizliği oluyor, doktor bile lafa giremiyor. annen ağlamaya çoktan başlamış. baban ise camdan bakıyor. yanına geçip “bunu da hallederiz” diyorsun. sana ilk kez babanmış gibi bakıyor. elini tutuyorsun bu adamın büyüdükten sonra ilk kez. onun sana ihtiyacı olduğunu hissediyorsun. işte diyorsun kendi kendine olabilecek en kötü yerdeyiz.(büyük yanılgı)
yeni testler isteniyor. işlemler bitiyor yukarı çıkıyorsun. ve pandoranın kutusu açılıyor. sadece kalın bağırsakta sandığın zımbırtı karaciğere de sıçramış. şimdi diyor doktor öncelikli hedefimiz onları küçültmek çünkü bu şekilde ameliyat edemeyiz sizi.
odadan çıkıyorsun. hastane eve yakın 10 dakika. arabada kimse konuşmuyor. eve giriyorsun. yan gözle babana bakıyorsun. en azından yemek yiyebileceği için mutlu. bir iki dangoz şaka yapıp çıkıyorsun aklındaki sorularla evden. soruların cevapları ve ortamdaki belirsizlik ruhu siken bir ağırlık içinde. beynini çıkartıp bir bardağa koymak istiyorsun ama maalesef tıp henüz o kadar gelişmemiş.

çocukluğumun bitişi



karmakarışık oldu her şey. kaygılar, üzüntüler, hasretler birbirine karıştı. kafamda yaptığım planlar, kurduğum hayaller şimdi çölde bir vaha gibi kaldı. doyamamak, kavuşamamak gibi duygulara, korkmak, bilememek, hazır olmamak gibi duygular kardeş olarak geldi.
tek bildiğim bugünden sonra hayatımın çocukluk döneminin resmen sona ermiş olduğu. beş dakika dinlenip devam etmem lazım. daha fazlasına hakkım yok.

kavanozun dibi


en büyük bağımlılığım kahve. günde en az iki fincan içmem lazım ki kendimi huzurlu hissedeyim. pek tabii ki en büyük belki de tek lüksüm de kahve. evde düzgün kahve içebilmek için french pressim var (ki bir dönem kahve makinası da vardı o zamanlar sanırım kişisel servetim biraz daha şişkindi. sonra ne olduysa makina bozuldu sonra da atıldı falan. düşün yani aradaki süreçte tamire götüremeyecek kadar fakirleşmişim. şaka şaka, annem çok konuşuyordu mutfakta fazla yer kaplıyor diye ben de bozulunca kovalamadım olayı. annem sonra benim olayı unuttuğumu sanarak atmıştı. zalımsın ana haın ana)
neyse işte gidiyorum kendime kahve alıyorum falan ve güzel bir kavanoza koyuyorum onu. az önce yine gittim kendime kahve yapmaya ve kavanozun dibindeki son kahvelik kırıntıyı aldım. bu görüntü beni hüzünlendiriyor. çünkü takriben yeni kahve almayı akıl etmem ve denk getirebilmem üç iş günü sürecek. bundan daha büyük hüzün yok.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...